15. BÖLÜM
"HIÇKIRIK."
Gökteki yıldızlardan şikâyetçi olanın, aydınlığa hükmü geçer miydi?
Attığını sandığın çığlıkların yankısıdır bazen boğazına oturan yumrular. Konuştuğunu sandığın cümlelerin kanlı izleridir dudaklarındaki karıncalanma. Hissetmediğini sanarak ruhunu aldattığın günlerin intikamıdır şimdi, tüm bu hisler. Savaştığını sandığın şeye çoktan kaybettiğinin habercisidir göğsündeki alevler. Ya da aslında en başından beri savaşamadığının...
Aldatılmış mıydım?
Hem de Duman tarafından?
Ruhumdaki hıçkırığın adı mıydı şimdi bu ihanet?
Göğsümden gerinerek kalkan bu alevler, ateşini arıyordu ama ateş düşmanın kendisiydi, bilmiyordu. Bu sefer yanmayı ben istememiştim. İlk kez yanarken bu kadar masumdum. Kendimi yakmamıştım, ateş için kibrit çakmamıştım. Kabul, sarsılmıştım. Kabul, dehşetteydim. Kabul, inanamıyordum. Ama kabul etmediğim bir şey vardı: babamın ihaneti.
Hayır, bunu yapmış olamazdı.
Ya fotoğraf?
Neden annem olmayan bir kadına samimiyetle sarılıyordu?
Bu düşünce elem verici bir azap halini alırken, kafamın içindeki her hücreyle acı çektiğimi hissettim. Duman bana bunu söylediğinde onu yalancılıkla suçlamış, inanmamıştım. Şimdi inandığım neydi, bilmiyordum. Fotoğraf hâlâ parmaklarımın arasındaydı ve canıma dayanan bıçak, beni öldürmeye damarlarımı kesmekle başlamıştı. Gözlerim dönüyordu, omuzlarımın ileriye doğru sersemlediğini hissediyordum ve Duman son birkaç dakikadır bana sesleniyordu. Düştüğüm yerden kalkamıyordum. Bu kareyi, kafamın içine sığdıramıyordum. Bu fotoğrafı benden nasıl saklardı? Amacı neydi? Ya bunu bulmasaydım, hep giz olarak kalsaydı ve bu aldatmacaya inansaydım.
Baba,
Sen ne yaptın?
Ağız dolusu kusacak gibi hissettiğim anlarda, odanın kapısı bir gıcırtı kopararak aralanmıştı. Gelişini, adımlarında gördüm. Beni kadrajına aldığını bilsem de başımı fotoğraftan kaldırıp ona bakmadım. Bu an konuşmam gereken andı ama beceremiyordum. Soğukkanlılığımı korumalıydım ama bu fotoğraf...
Annem?
"Sikeyim..."
Fotoğrafta babamın ellerini aradım, kadının üstündelerdi. Yüzü annem olmayan kadının. Buna bakmak acı verici olandı ama aynı zamanda her şeyi sorgulamama sebep olanda bu şey değil miydi? Titrediğimin bilincinde olup ama bunun için hiçbir şey yapamamak, olduğum anın özeti gibiydi. Kalkmalı, Duman'a bağırmalı, vurmalı, bu evden defolup gitmeli, uzaklara kaçmalıydım.
"Mahşer, sakin ol."
Yapabildim. Döndüm ve ona baktım. Yukarıdan aşağıya bakarak temkinle beni izliyor ve herhangi bir saldırıma karşı hazırlıklı görünüyordu. Rengi kehribar olan hareleri genişlemiş ve duyguları alaca olarak gözbebeğinin etrafına yayılmıştı. İçeriye doğru temkinli bir adım attığında eli, beni yerden kaldırmak için elime uzandı. Parmakları hâlâ ıslaktı. "Kalk, anlatacağım her şeyi."
"Elini tutacağımı mı düşündün sahiden?"
Sesim, nasıl olurda hissettiklerimden bu kadar arınmış olabilirdi? Bu hissizliğimin onu irkilttiğini ve cümlemin kendisindeki telaşı arttırdığını gördüğümde, cümlemi tekrarladım: "O elini tutacağımı mı düşündün?"
"Mah..."
Dişlerimin arasından tısladım. "Bu fotoğrafı ne zamandır benden saklıyorsun?"
"Ben senden hiçbir şey saklamadım," diye inkâr etti hararetle. Eli hâlâ aramızdaydı ama kaldırması için elimi ona bırakmayacaktım. "Sana, bu ihtimalden bahsettiğimde yeterince çıldırmıştın Mahşer. Bana zerre inanmadın. Fotoğrafı senden sakladım çünkü..."
"Annen gerçekten bir fahişeymiş!"
Öfke, şimdi karşılıklıydı. Elini bana uzatmaktan vazgeçtiğinde yaşama giden köprülerimi kendi isteğimle yıktığımı hissettim. Eli yanına düşerek bir yumruk halini aldığında, yüzündeki bir kısım kasların seğirdiğini gördüm. Derinden ürperdi. "Ağzını topla!"
Evet, olması gereken buydu. Nefret, öfke, savaş, acımasızlık. Biz buyduk, gerçeğimizi kabul etmeliydi. Fotoğrafı kenarlarından kıvırarak avucumda harap ederken, "Niye ki?" Dedim kudurmuş bir köpek gibi, azgınca. "Annenin bir fahişe olabileceğini kabul eden sen değil miydin?"
Sol gözü seğirdi. Onu nefrete davet ediyordum. Zaten rengi solan cildinin biraz daha solduğunu, bakışlarının odaksızlaştığını ve göğsünün yükseldiğini gördüm. Hırıltısı bir hıçkırık misali yükseldi dudaklarına. "Eğer ortada bir yasak ilişki varsa ve annem ne kadar günahkârsa babanda o kadar günahkârdır. Bu yalnızca annemin değil, babanın da günahı."
Kahretsin, elbette öyleydi. Ortada böyle tiksinç bir durum varsa her ikisi de o kadar kötü ve sadakatsizdi. Bunu bir tarafın üstüne yıkamazdık. Fakat, Duman'ın böyle düşündüğümü bilmesine gerek yoktu. Fotoğraf parmaklarımın arasında ezilirken, nefret yüklü bir silah gibi sıktım kurşunlarımı. "Annen, babamı ayartmış olma..."
"Siktir git!"
Yüzüme doğru haykırdı, hem de bunu içtenlikle, avazı çıkana kadar bağırarak yaptı. Bir an gözlerinden ve ağzından dumanlar taşacağını sandım. Gözleri dönüyordu, şimdi öfkesi öfkeme denk düşecek kadar yoğundu. İçim bir anlığına soğumuştu, bu fotoğrafı sakladığı için intikamımı almıştım. Yumruğunu kapıya indirerek elini saçlarına attığında önüme dönerek yerden kalktım ve avuç içimdeki fotoğrafı biraz daha sıktım. Kendisine hiç bakmadan, benden istediği gibi gitmek için odanın kapısından dışarıya koridora çıktığımda, hararetli soluklar aldığını duydum.
Kalbi hızlanmış olmalıydı.
Bir an omzumun üzerinden ona dönerek yüzüne bakmak ve acısını görmek istedim. Kalbi, bedenine hükmettiğinde bunu görebiliyordum. Saklamaya gayret edemeyeceği kadar acı çekiyordu. Fakat bu acıyı görmek beni tatmin etmeyecekti. Bu yüzden sağlıksız adımlarla koridor boyu yürüdüm. Tırnaklarım avuç içlerime o kadar sert batıyordu ki, kırılacaklarını düşündüm. Kapıyla aramda birkaç adım kalmıştı ki, yalnızlığım onun sert adımları tarafından işgal edildi.
Çok geçmedi ki, bana yetişti.
Dışarıya çıkmak için açtığım kapıyı, iri eliyle örttüğünde, bedeni çoktan bedenime yaslanmış ve beni kendiyle kapı arasına yaslamıştı. Kapı o kadar şiddetli örtülmüştü ki, yerin sallandığını hissettim. Başımı, gözlerimle beraber hafifçe yukarıya kaldırdığımda, iri elinin kapı üzerinde açıldığını ve parmaklarının kızardığını gördüm. Çenesi başımın üzerindeydi, solukları saç diplerime yayılıyordu ve bir diğer eli omuzuma yaslanmıştı. Bedeniyle özel alanımı kısıtlayarak kıpırdamama razı gelmezken, "Gitme," dedi, sesi fısıltı halinde sızdı saçlarımın arasına. "Gitmeni söylerken, sadece bunu söyledim, gitmeni istemedim."
Alnımı sokak kapısının soğuk yüzeyine yaslayarak kesik soluklarımı düzene sokmaya çalışırken, boğazımdaki yarım kalmışlığı, tek bir kelimeyle düşürdüm dilime: "Neden?"
"Çünkü beni öptün."
Dudaklarımdaki bu karıncalanmayı kelimelerimin ayak izleri sanıyordum oysa ki...
"Hayatında aldığın ilk öpücük değildir Duman, dramatikleştirme." Dirseğimi arkama kaydırarak karnına vurdum. "Seni öpmüş olmam bir şeyi değiş..."
"Çekimi inkâr etme!"
Beni belimden yakalayarak ayaklarımı yerden kestiğinde ve etrafımda yüz seksen derece döndürerek kendiyle yüz yüze getirdiğinde, sırtım sertçe duvara dayanmıştı. Beni, belimden tutarak kendi bedenine yaslamıştı ve göğüslerimiz birbirine denk gelmiş vaziyetteydi. Haddini bilmemesinden hep nefret etmiştim, yine ediyordum. Montumu avuçlayarak alnını alnıma vurduğunda, gözlerime bakmak istediğini fark ederek bakışlarımı ona kaldırdım. Azar azar öldüğünü gözlerinde gördüm. Hafifçe gülümsedi.
"Beni öptün," diye tekrarladı, bir eli sakal yığının yukarısına çıkarak yanağını işaretlediğinde. "Tam buradan."
"Bu..." hırladım. "Neyi değiştirir ki?"
"Kalbimin atışını."
Beni bedeni ve cümleleriyle bastırmasına tahammül edemeyerek, ellerimi, onu itmek için omuzlarına yerleştirdim ama buna rağmen nasıl yaptığını bilmesem de kendini bana biraz daha yaklaştırdı. "Saçma," diyerek kestirip attım, elimdeki camla ona kesikler açmaktan vazgeçmeyerek. "Sen hastasın! Kalbin olup olmadık zamanlarda hızlı atıyor zaten."
"Kalbimi benden iyi tanıyamazsın."
Gözlerinin peşine düştüm ama aslında benden kaçmadığını gördüm. Cesur ve yürekliydi. "Neden bunu yapıyorsun?" diyerek sordum ona, anlam veremeyerek. "Senin bir sevgilin var, tamam mı? Neden beni etkilemeye çalışarak aramızda bir çekim olduğunu söylüyorsun ki? Amacın beni kendine aşık ederek kapında köpek yapmazsa, hayal kuruyorsun haberin olsun. Bundan vazgeç."
Gözleri, kıyameti çağırdı. Şimdi parmakları montumla beraber badimi ve kalın etimin bir kısmını avuçlayarak canımı tehdit ederken, soluğumu gayretle verdim. Burnunu yanağıma dayayarak kulağıma doğru, "Aptalsın," dedi harp içinde. "Gözünün önündekileri göremeyen bir aptalsın! Sana susarken bile gözlerimle konuşuyorum ama öfke, senin gözlerini o kadar boyamış ki, istemediklerini görmüyorsun." Elini sertçe kalbime dayarken, haykırdı. "Biraz buranla bak, belki o zaman görebilirsin."
Ona zaten bildiği bir şeyi söyledim. "Kalpsizin tekiyim ben."
"Değilsin," diyerek inkâr etti, boynumun kenarından sert bir nefes çekerken. "Beni öperken duydum kalp atışlarını, oradan biliyorum."
Bir kez daha vücudunun baskısını kaldırmaya çalıştım. "Uzaklaş benden!"
Vücudu, sert bir kaya gibiydi ve çıkışımı engelliyordu. Parmakları çeneme yerleşerek yüzümü kendisine doğru kaldırdığında, gözlerine bakmamak için inat ettim ama bu inadımı savuşturdu. Adeta ağzımın içine girerek burnunu burnuma yasladığında, gözlerini ilk defa bu kadar yakından görüyor olduğumu fark ettim. Hareleri kehribardı ve etrafında siyah gölgeler vardı. "İradeni kaybetmekten mi korkuyorsun?" Dedi boğukça. Bana ilk kez bu kadar yakından bakıyordu. Kalbi, gözlerindeydi. "Tam bu anda, bu kadar yakınken, dudakların beklentiyle aralanmışken..." bir parmağı dudağımın kenarına dokundu. "Gerçekten uzaklaşmamı mı istiyorsun?"
Bedenimi tanıyordum, neyi istediğini biliyordum ama kendi içimdeki savaşı hep kendim kazanmışımdır. Ona fırsat vermeyecektim. Kalbinin nabzı gözlerinde atıyordu. Küstahça güldüm. "Kalbimin atışını hızlandıramıyorsun bile."
Onu öfkelendirmek işte bu kadar kolaydı. Bu küstahlığıma, umursamazlığıma, baş edilemez aşağılayıcı tavrıma tahammül edemeyerek öfkeleniyordu. Sanki kör bir bıçaktım ve onu keserek bileniyordum. Çenemi daha sıkı kavrayarak dudaklarımın ucunda küfür gibi duran gülümsememe baktıktan sonra, dudakları azar azar bana yaklaşmaya başladı. "Öyle mi?" dedi hırslı bir şekilde. "Test etmeye var mısın?"
Kaşlarımı çattım. "Saçmalamaya başladın artık!"
"Kalp atışlarını kulaklarında hissedeceksin."
Ona, olduğum durumun buna yakın olduğunu söylemek yerine, kaşlarımı çatarak onu sorguladığımda, sırtımdaki eli yüzeysel olarak yukarı çıktı ve ensemden dolanarak yanağıma yerleşti. Şimdi avuçları yüzümü tamamiyle kavramıştı. Bakışları gözlerimden aşağıya burnumun doğrultusunda inerek dudaklarıma odaklandı. Ağır ağır yutkunarak ağzını ağzıma doğru eğmeye başladığında, parmaklarımın uyuşmaya başladığını hissettim. Dudakları aralanmıştı, aramızda milimler vardı ve nefesi doğrudan ağzıma akıyordu. Eğiliyor, eğiliyor, sonra daha çok eğiliyor... Ensesini çizdim. "Dur!"
"Bakayım," dedi dudaklarının ve yüzünün rotasını değiştirerek başını gerdanımdan aşağıya indirdiğinde. Kulağını kalbime dayadı. "Aaa, bir şey duyuyorum."
"Seni piç!"
Onu bu sefer tüm kuvvetimle beraber iterek kendimden uzaklaştırdığımda, geriye doğru sersemledi ve aramıza mesafe açtı. Sırtını karşımdaki duvara dayayarak duraksadığında, yüzümüzdeki maskeler değişmişti. Şimdi küstahça, sinsice gülen kendisiydi ve ben sinirle kudurandım. Saçlarımı öfkeyle omuzumdan geriye iterken, onun sert soluklar aldığını gördüm. Gölgem, üzerine yatmıştı. Homurdanarak sokak kapısını açmadan hemen önce, "Duyduğum o şey midemin gurultusu, çünkü açım," diyerek saçmaladım. Eşikten dışarıya fırladım. "Ben arayana kadar sakın beni arama!"
"Sakinleşmeye bak."
Kapıyı çarparak çıktıktan sonra duvara sert bir tekme atarak sinirle saçlarımı çekiştirdim. Bastırılmaktan, özellikle onun tarafından bastırılmaktan nefret ediyordum. Merdivenleri seri şekilde inip apartman kapısından dışarıya çıktığımda, Duman'ın arabasını kaldırım kenarında durdum. Sen görürsün. Bir an durmadan arabaya yaklaşarak temiz görümüne baktım. Düşünmeden tekmemi kaldırarak arabanın plakasına geçirdiğimde, parmaklarımın bir kısmı sızlamıştı ama arabasının zarar görmesi beni tatmin etmişti. "Kolbonon sosono koloklorondo doyocokson."
Söylenerek ayağımı indirdim ve kaldırıma çıkarak sokağın sonuna dek yürüdüm. Bacağım aksıyordu, ayağım sandığımdan daha fazla acıyor olmalıydı. Kahretsin! Ben ne görmüştüm? Nasıl gerçek olabilirdi? Babam Duman'ın annesiyle birlikte miydi? Bu gerçekten olabilir miydi? Sokağın köşesini dönerek kalabalık arasına karıştığımda, fotoğrafı hâlâ avucumda sıkıyordum ve tırnaklarımın yaptığı baskıyla tenimin kızardığına emindim.
Annemin bundan haberi var mıydı?
Cebimdeki parayı kontrol ederek bir taksi çevirdim ve koltuğa yerleşerek başımı cama dayadım. Şimdi dehşet ve şaşkınlık yerini hissizliğe bırakmıştı. Ben kimin için savaşıyordum o halde? Ben kimin intikamını alıyordum? Babamın, annemin. Ama babam... Ben onun için kendimi harcamıştım ama ya o kendisi için bizi harcadıysa? Nefesim kesildiğinde camı indirdim, başımı dışarı çıkardım ve yağmur ile rüzgârın yüzüme çarpması karşısında ürperdim.
Hâlâ kusacak gibiydim.
Şoför konuşacak gibi olduğunda düşmanca bakışlarımı görerek sustu ve ben bir kez daha gücümü farkına vararak omuzlarımı dikleştirdim. İnsanların bana güçlü hissettirmesini seviyordum. Fotoğrafı cebime tıkıştırarak ellerimi ovalarken, ciğerlerimin sızım sızım sızladığını hissettim. Sigaraya ihtiyacım vardı, şöyle bir paket falan. Taksi sokağa girdiğinde ücretimi ödeyerek indim ve evin önüme dek yürüdüm. Atkım artık beni boğuyordu, bu yüzden onu elime aldım.
İhanet böyle mi hissettiriyordu?
Hiçbir yere sığamıyordum.
Kendi içime bile.
Bahçeden içeriye girerek nemli toprak boyunca yürüdüm ve müstakil evimize tırmanan birkaç merdiveni çıkarak anahtarıma ulaştım. Midem kesintisizce bulanıyordu. Ellerim titrediği için anahtarı çevirmek zor olmuştu ama az sonra sokak kapısını açtığımda, botlarımı çıkararak eşikten içeriye girdim. Sokak kapısı direkt salona açıldığı için kafamı kaldırdığımda gördüğüm ilk şey, annemin kendisi olmuştu.
Annem acılar içinde kıvranırken...
Buraya kadardı, kusacaktım.
Midemde sıkışan bastırılmış bulantı kendini yukarıya doğru ittiğinde adeta koşarak salondan geçtim ve kendimi banyoya son anda attım. Dizlerimin üstünde klozetin önüne düştüğümde, soluk borumdaki baskı ağzımdan taştı ve ben sarsılarak kusmaya başladım. Düşündükçe, hatırladıkça, ihaneti hissettikçe daha çok kusuyordum. Omuzlarım sarsılıyor, burnum akıyor, gözlerim yaşarıyordu. İnleyerek midemden kopup gelen baskıyı boşalttıktan sonra uyuşmuş şekilde sifonu çekerek biraz geriledim. "Hay sikeyim!"
Sırtımı soğuk fayanslara yaslamadan önce montumu çıkarıp fırlattım. O sırada sesler duyuldu ve Çisem kapattığım kapıya vurarak bağırdı. "Mahşer! Mahşer neyin var?"
Kıyafetlerimden de kurtulduktan sonra duşa kabine yaklaştım ve suyu açarak yere oturdum. İğrenç kokuyor olmalıydım, temizlenmeliydim. Su başıma akarak vücudumu ıslatmaya başladığında, kollarımı bacaklarımın etrafına sararak burnumu çektim. Dişlerimi fırçalamalıydım, ağzımda iğrenç bir tat vardı. Çisem sabırsızdı. "Mahşer, banyo mu yapıyorsun? Sana temiz çamaşırlar getireyim mi?"
Sessizliğim kendisini endişelendiriyordu ama bu bilerek yaptığım bir şey değildi. Ağzımı açtığımda sanki yapacağım ilk şey çığlık atmak olacaktı. Doğru bildiğim her şey tarafından kandırılmış, ihanete uğramıştım. Kafam çok karışıktı. Aklım almıyordu. O babamdı, anneme deliler gibi aşık olan babamdı. Hâlâ hatırlıyordum anneme baktığında parlayan gözlerini. Bu yalan mıydı? Bir yalan bu kadar gerçekçi olabilir miydi? Annemin iniltilerini duydum, kargaşamızın sesine uyanmış olmalıydı. İnleyerek ne sorduğunu anlıyordum; nasıl olduğumu soruyordu. Burnumu sertçe çekerek avuç içime açtığım kesiklere baktım. "İyiyim anne."
Sesleri, beni duyduklarında kesildi. İnim inim inlemesine daha ne kadar dayanabilirdim Allah aşkına? Annemin dili, babamın ihaneti yüzünden kesildiyse... Bununla ne kadar yaşardım? Ellerimi yüzüme kapatarak an be an sıcaklayan suyun tenimi pişirmesine izin verdim. Bayağı sıcaktı ama içimdeki hararet kadar değil. Çiviyi çivi sökerdi. Ateşe ateş lazımdı. Bunu annemle nasıl paylaşacaktım? Kahretsin, bundan nasıl emin olacaktım. Şimdi büyük bir ihtimaldi ama gerçek olduğuyla yüzleşirsem ne yapardım?
Bir daha kustum.
Sıcak suyun altında tüm pis kokumdan ve terimden arınarak çıktığımda bir havluya sarınarak banyoyu arkamda bıraktım. Annemin yüzüne bakamadım. Doğrudan odama girdiğimde Çisem'in yatağıma uzanmış olduğunu gördüm. Dolabımdan iç çamaşırı ve temiz kıyafetler aldım. Havlunun altından yeni bir iç çamaşırı giyerken, "Benden mi utanıyorsun?" diyerek bana takıldı Çisem.
Kalçama, havlunun üzerinden bir şaplak attığında hiçbir tepki vermeden ona sırtımı döndüm ve kırmızı sutyenimi giyindim. Sutyenimin üzerine boğazlı, triko bir kazak giyerek yine dolaptan aldığım taytı da bacaklarıma geçirdim. Ruhsuzca, sessizce hareket ediyordum. Çisem kıpırdandı. "Bir sorun mu var güzelim?"
"Yok."
Saçlarımı kurutmak için fön makinesini prize taktıktan sonra bir fırça alarak yatağın ucuna oturdum. Çisem hemen arkama geçti, benden önce fişe taktığım fön makinesini alarak hevesle konuştu. "Ben kurutayım Mahşer."
"Peki."
Fırçayı elimden alırken ellerimin çok soğuk olduğunu ve ayaklarıma çorap giymem gerektiğini söyleyerek beni azarladı. Saçlarımı yavaşça, çekiştirmemeye özen göstererek fırçalarken, aynı zamanda kurutuyordu da. Çıplak ayaklarımı izledim. Küçük ayaklara sahiptim. Ellerimi izledim, kemikli parmaklarım vardı. Yüzüm acıyla kırışırken, boğuluyormuş gibi hissederek kazağımın yakasını çekiştirdim. Kabıma sığamıyordum, fena olansa taşmaktan korkuyordum. Babam, benim için kurduğu salıncağın zincirlerini şimdi boğazıma dolamıştı sanki. Annemin yüzüne nasıl bakacaktım? "Mahşer, Duman seni üzdü mü? Neden böylesin, eğer kavga ettiysen..."
Soğukça güldüm. "İnsanların tek derdi aşk olmalı değil mi?" Kafamı iki yana salladım. "Neden insanlar için en büyük sorun aşk ve sevgili ilişkileri ki? Aşk mı? Yahu insanlar neler yaşıyor Çisem..." boğazımdan asla atamadığım o hıçkırık, beni rahatsız ettiğinde genzimi temizledim. "Açlıktan ölüyorlar! Annelerini, babalarını kaybediyorlar. Sonra adamın veya kızın biri, iki hafta sonra unutacağı birisi için ölüyorum, yaşamak istemiyorum diyerek salakça sızlanıyor. Aşk, bu dünyanın tek sorunu değil."
Çisem kaba çıkışım üzerine bir an sustuktan sonra saçlarımı daha yavaş tarayarak mırıldandı. "Haklısın elbette ama Duman'ın yanına gidince, sorunun onunla ilgili olabileceğini düşünmüştüm."
"Sorun, bu dünyadaki yerimi ve amacımı asla bulamayacak olmam."
Hissizliğim, kimi zaman hissetmeyi istemediklerim yüzünden zedelenebiliyordu. Gerçekten istemediklerimi hissetmeseydik her şey daha kolay olabilir miydi? Uzun bir aradan sonra ilk defa bu kadar yorgundum ama bunu kendi içimde yaşayabilirdim. Çisem'in saçlarımı taradığı süre boyunca hiç kıpırdamadım. Saçlarımı beceriyle kurulamıştı. Komodinimin üzerindeki abajur yanıyordu, zaten fazladan ışığı sevmezdim; bu kadarı kâfiydi. Saçlarımı örerek küçük bir lastikle tutturduktan sonra, "Bu gece burada kalacağım," dedi, izin almasına gerek olmadığını biliyordu. "Öğünç eve geçmiş. Biliyorsun, normalde kendi evinde yaşıyor ama babasını özlemiş olmalı, bu yüzden gitmeyeceğim..." fön makinesinin fişini çekti. "Öğünç'ün benimle aynı evde kalmama kuralı var biliyorsun ki."
Evet, öyle bir şeyler hatırlıyordum. "Öğünç babasını sevmez, Çisem."
"Ben de sevmem. Annemle evlenerek bizi ayırdı."
Ona gözlerimi devirerek komodin üstündeki paketime uzandım ve içinden bir dal çıkararak çakmağımla tutuşturdum. Cam kenarına geçmeliydim, az hava alırsam nefeslerim canıma batmazdı belki. Çisem kendini yatağa bırakarak camı açtığım için sızlanırken, sigarayı dudaklarım arasına yaslayarak hızlı hızlı içtim. Bu şey, bana nikotinden daha fazla zarar veriyordu. İhanet, babamdan bana bir köprü kurmuştu ve hayal kırıklığı o köprüyü yürüyerek geçmişti.
Hayal kırıklığı.
Ölümün kardeşi olmalıydı.
Sigara dumanını ağzımdan ve burnumdan vererek hızlı hızlı solurken, küllerini camın önünden aşağıya silktim. Yok, sigara bile bununla başa çıkamıyordu. Sigarayı, henüz bitmeden fırlatarak ellerimle yüzümü ovaladım. Dışarı mı çıksaydım? Belki hava alırsam iyi olabilirdim. Ama yangın, havaya çarptığında çoğalmaz mıydı? Parmaklarımı boğazıma sararak birkaç kez öksürdüm, hıçkırığım genzime yapışmıştı. Onu bir çıkarsam, bir hıçkırsam, bir ağlasam...
Düşüncesi bile zayıf hissettirdi.
Yanağımı soğuk cama yaslayarak boynumu ovalarken, annemin yüzüne bakamayacağımı bildiğimden, "Çisem," dedim sertçe. "Anneme ilacını verir misin?"
"Verdim ki."
Cansız yıldızlara bakındım. "Odasında mı?"
"Evet," derken esniyordu. Uykularını kıskanıyordum, benden daha huzurlu uyuyan herkesin. "Üstünü örttüm, sen gelmeden önce ona bir daha çorba içirmiştim, hem de ekmekle. Merak etme, uykuya dalmıştır."
Onu duyduğumu bilsin diye kafamı salladığımda, yorganımı üzerine örterek yatağın içinde kıvrıldı. İlk kez aynı yastığı paylaşıyor değildik ama bu gece hepsinden huzursuz olacaktı. Midemde kıvranma vardı, parmaklarım sürekli yüzümde ve saçlarımdaydı. Babam, benden annemin yüzüne bakma hakkını bile almıştı. Bahçedeki yaşlı ağaca baktım, kendimi o ağaçtan daha yaşlı ve umutsuz hissediyordum. Rüzgâr gövdesine sertçe çarpıyor ama onu kıramıyordu. Rüzgâr beni de kıramazdı ama fırtına, sert çarparsa, ruhumu bedenimden çekip çıkarabilirdi. O ağacı izleyerek, babamdan başka her şeyi düşündüm.
Sonra döndüm dolaştım, yine onu düşündüm.
Aldatılmışlığı ve aldatılmışlığın acısını.
Bu durumun izahı şuydu ki,
Kalbinde aradığım hançeri sırtımda bulmuştum.
💔
Sabaha kadar gözümü kırpmadım.
Boğulup durdum,
Üstelik denizde bile değildim.
Sırtımı yasladığım yer mi bana batıyordu yoksa yaslandığım yere sırtımdaki dikenlerimle mi yaslanıyordum, bilmiyordum ama tüm gece sırtımdaki o iç çekişleri duymuştum. Sabah ışıklarını gördüğümde zaten yatamadığım o yataktan kalkarak bir duşa daha girmiştim ama içim hâlâ soğumamıştı. Suda ne kadar kaldığımı bilmiyordum ama çıktığımda gökyüzü biraz daha aydınlıktı ve telefonum, komodinimin üzerinde titreyip duruyordu.
Beni boğmayacak olan yeni kıyafetlerimi giyerek komodine yürüdüm ve titreyen telefonu kavrayarak ekrana boş boş baktım. Mesajların sahibi Duman'dı. Sabahın beşinde bana ilk kez yazmıyordu ama onunla uğraşacak halim yoktu. Yine de mesajı açtım.
Gönderen: Duman Alanguva.
Sakinleştin mi?
07.38
Hissettiğim, artık sadece öfke değildi. Hayal kırıklığı hepsinden daha baskındı. Elimi göğsüme bastırdım, delik deşikti.
Gönderilen: Duman Alanguva.
Nasıl olduğumu neden umursuyorsun?
07.40
Kalçamı komodine dayayarak telefonu avucumda sıkarken, Çisem'e bakındım. Yatakta, dağınık şekilde, mışıl mışıl uyuyordu. Huzurunu kıskandığımı kendime itiraf ederken, bir mesaj daha düştü telefonuma.
Gönderen: Duman Alanguva.
Sadece, kendimi senin nasıl olduğunu düşünme konusunda durduramıyorum.
07.41
Telefonu sıktım.
Gönderilen: Duman Alanguva.
Bana yavşamaktan vazgeç.
07.43
Onunla ciddi bir konuşma yapmamın gereğine inanarak kafamı kendi kendime sallarken, telefonuma bir bildirim daha düştü.
Gönderen: Duman Alanguva.
Bozuk ağzını seviyorum. Her neyse, seni alayım, kahvaltı edelim?
Not: sana sigara da alırım?
07.44
Bunu reddetmeyecektim. Konuşmamız, bilinmezleri açığa çıkarmamız gerekiyordu. Dudaklarımı kemirdim.
Gönderilen: Duman Alanguva.
Kaç paket?
07.44
Telefonu komodine bırakarak boy aynamın önüne yürüdüm ama oda karanlık olduğu için yansımamı göremedim. Abajuru yakarak kendime öyle baktığımda, çoğu zaman olduğu gibi ruhsuz göründüğümü düşündüm. Ellerimi aynaya, yansımamın üzerine yasladım. Gözlerim korkunç derecede kızarık, göz altlarım şişmiş vaziyetteydi. Dudaklarım kupkuru, çatlaktı ve bunun yanında bakışlarım, duası okunmamış cenaze gibi yalnız, çaresizdi.
Aynalara bakmayı sevmem.
Siyah, V yaka badimin üzerine içi yünlü deri ceketimi giyerek odadan çıkarken oldukça aheste hareket ediyordum. Annemin yanına gitmek, nasıl olduğuna bakmak istiyordum ama onunla göz göze gelmeye dayanamazdım. Odasının kapısına yürüyerek derin nefesler aldıktan sonra kapıyı, hafif bir gıcırtı kopmasına sebep verecek şekilde geriye yatırarak açtım. Gözlerim arayışla odanın içerisine düştüğünde, onun yatağında değil de yatağının önünde secdeye durmuş olduğunu gördüm.
Namaz kılıyordu.
Başındaki beyaz örtüsüne, beyaz örtüsünün uçlarındaki işlemelere bakarken, annemin alnını secdeden kaldırdığını gördüm. Duaya oturduğunda, onun ibadetine duyduğum saygıya dayanarak sessizce kapıyı örttüm ve geldiğim yolu yürüdüm. Beş vakit namazını kılmazdı ama bazen onu, bu ibadetini gerçekleştirirken görüyordum. Ayriyeten ramazan ayında orucunu da tutuyordu ama hiçbir zaman dört dörtlük olmamıştı. Belki de yapabildiği kadarını yapıyordu.
Annemin peşimden gelmesine tahammül edemeyeceğimi bildiğimden, portmantodaki botlarımı alarak dışarıya fırladım ve bahçe boyu yürüdüm. Saçlarım her adımımda salınarak omuzlarıma düşüyordu. Telefon cebinde, elimin altında bir kez daha titrediğinde, çıkararak ekrana bakındım.
Gönderen: Duman Alanguva.
Sokağınıza girdim.
08.02
Telefonu cebime atarak bahçeden çıkmak için hızlandım ve kapıdan çıktığım anda, Duman'ın arabasının yavaşlayarak durduğunu gördüm. Evin tam önündeydi, camları film kaplamalı olduğu için içerisini göremiyordum ama arabaya binmemi beklediğine emindim. Oyalanmadan kapıyı açarak kendimi içeriye attığımda, ona asla bakmadan koltuğa yerleştim ve rüzgâr yüzünden dağılan saçlarımı montumun dışına çıkararak sırtıma bıraktım. Bu sırada onun tarafından izlenildiğime dair hiçbir tereddüt duymamıştım. "Neden atkı almadın?" diye sordu, oldukça hissiz bir sesle. "Kış mevsimindeyiz. İnsanlar bu mevsimde bere ve atkı takarlar."
"Tamam."
Onu ciddiye almadığımı fark ettirdiğinde direksiyondaki parmakları sıkılaştı. Ellerimi dizlerimin arasına kıstırırken, yavaşlayan arabayı hızlandırmak için direksiyona davrandığını gördüm. Ellerini, bileklerini izledim. "Ceketin de ince," diyerek söylenmeye devam etti, memnuniyetsizce. "Kazak bile giymemişsindir kesin."
Ona cevap vermeden ellerimi sertçe ovalarken, sokağın köşesini dönerek daha köhne ve pis bir sokağa girdi. Bir çöp tenekesinin yanından, ampulü patlamış sokak lambasının yanından, küçük bakkalın önünden, okula koşturan öğrencilerin yanından... Mahalleden uzaklaşana kadar hiç konuşmadık, bakışmadık, göz göze gelmedik. Araba, kenarı sahil olan bir sokağa girerek sahil yanından devam ederken, camı indirerek ceketimin yakasını çekiştirdim. Neden bunu hissediyordum? Her yer bana dar geliyordu. Araba yavaşlayarak durduğunda ve onun elleri direksiyondan ayrıldığında, sessizlik silahını bırakarak konuşmaya başladı. "Deniz açar seni," dedi, sanki hissettiğim şeyleri biliyor ve anlıyormuş gibi. Bir an yakalandığımı hissederek dudaklarımı dişledim. "İlk öğrendiğimde ben de bunu hissettim. Her yer dar geliyor, evine, odana sığamıyorsun. Boğazında bir şey var, atıp kurtulamıyorsun."
"Hıçkırık," dedim, yarım bir nefesi ciğerimden çekerken. "Hıçkırık."
"Hıçkırık," diye onayladı beni. "Hıçkırık."
Ben, o hıçkırıktan kurtulmayı isteyerek birkaç kere öksürdüğümde, onun sinirle soluduğunu işitir gibi oldum. Çok geçmedi ki, eli beni dirseğimden yakaladı ve kendisine karşı koyma fırsatı bırakmadan beni kendisine doğru çekti. Koltuğumda kayarak ona yaklaştığımda, bugün ilk kez yüzünü görmek ve hesap sormak için ona döndüm ama hiç beklemediğim yakınlığıyla karşı karşıya geldim. Adeta burnumun dibindeydi. Beni kendine çok sık çekerdi, çünkü hırslı herifin tekiydi ama tekrar tekrar, defalarca bu kadar yakın olmaya tahammül edemiyordum. Kehribar gözleriyle bana bakarken boynundaki siyah atkısını çıkarıyordu. Gözleriyle iç çekiyor, söyleniyor, beni azarlıyordu sanki. Ona bağırdım. "Beni kendine çekip durmaktan vazgeç!"
"İnadını sikeceğim ama ha..." boynundan çıkardığı atkıyı asabi bir şekilde boynuma dolarken, eli hâlâ beni tutuyordu. Kaçmayacaktım, ipleri gevşetmeyecektim. Atkıyı boynuma sıkıca doladığında boğulacak gibi olmuştum. "Bu atkıyı çıkarırsan ben de kendi üzerimden bir kıyafet çıkarırım ve inan, görmeyi istemediğin şeyler görürsün!"
Atkının uçlarını sıkıca bağladığında boğularak öksürdüm. "Boğuyorsun beni!"
"Tamam."
Atkıyı hafifçe gevşeterek nefeslenmem için alan verdiğinde, elimi sertçe omzuna yerleştirerek onu ittirdim ve tekrar yerime kaydım. Parmakları hâlâ dirseğimde, gözleri gözlerimdeydi. Kalın kaşları çok derinden çatılmıştı. Homurdandım. "Beni öksürten üşümüş olmam değil, boğazımdan atamadığım bu şey, anlamıyor musun?"
Merhamete geldi, benim asla gelemediğim yere. Parmakları dirseğimin etrafında daha yumuşak şekilde gezinirken, "O zaman ağla," dedi, her harfin üzerine bastırarak. Kalp atışları yine gözlerindeydi. "Hıçkır ve ondan kurtul."
Ona karşı ilk kez bu kadar dürüsttüm. "Ağlayamıyorum ki."
Kalp atışlarını, gözlerine bakarak sayarken, "Bu nasıl olur ki?" Dedi sakince. "Bunu nasıl başarıyorsun Mahşer?"
"Ben..." duraksadım. "İsteyerek yapmıyorum. Olmuyor yani, ağlayamıyorum."
Öyleydi, kendimi ağlamamak için tutuyor değildim, gerçekten ağlayamıyordum. Bunu ilk fark ettiğimde, olayın üzerinden bir ay geçmişti. Babamın ölümünün ardından o kadar fazla ağlamıştım ki, en başta çok ağladığım için gözyaşlarımın bittiğini düşünmüştüm. Bu aptalcaydı ama ağlayamıyordum işte. Bakışları yüzümde karış karış gezinirken, kalp atışları hızlandı. "Belki yaşadığın hiçbir acı, o zaman yaşadığın acının üstüne çıkamadığı için ağlayamıyorsundur," dediğinde, sesi gözlerinin rengindeydi. Ölümden bahsediyordu. "Acı eşiğin yükseldiği için anlık acılara tepki veremiyorsundur."
"Hiçbir şey o zaman yaşadığım acının üstüne çıkamaz Duman."
"Benim ölümüm bile mi?" Kendi içimde, cesedine ağlamayacağım için neden bu kadar öfkeli olduğunu sorgularken, is kalkan gözlerini büyüterek devam etti. "Bir damla gözyaşını bile hak etmiyor muyum?"
Gözlerimi devirdim, sürekli bundan bahsetmesinden bıkmıştım. Kibirle cevapladım onu. "Kardeşin ağlar."
"Ölüm, tüm bunlardan daha gerçek Mahşer. Son ana bırakma sakın. Bana ben ölürken gelme, kabul etmem."
Sinirle bağırdım. "Sen neyden bahsediyorsun!"
"Allah aşkına," diye inledi, yükselerek. "Kendini bir kere bana bıraksan ölecek misin? Etkileniyoruz birbirimizden, neden kabul etmiyorsun!"
Çıldırmış olmalıydı! Bu kadar özgür ve patavatsızca konuşmasına anlam veremiyordum. Kulaklarım bir an için uğuldadı. Benden etkileniyor muydu? Bu, bu çok saçmaydı. Yüz ifademden taviz vermemek için hislerimin tahlilini yalnızca kalbimde yaparken, gözlerinin hararetle renk değiştiğini gördüm. Daha koyuydu. Dilim boğazıma dolanır gibi oldu. Ben... Ben onu unutmuştum. "Ama senin sevgilin var..."
Omuzları hayretle çöktü. "İnanılmazsın. Anlamanı beklemekten bıktım!"
"Kafamı karıştırmaktan vazgeç!"
"Simit mi yersin poğaça mı?"
Duraksadım. Evet, dalga geçiyor olmalıydı. "Zıkkımın peki," dedim yalnızca. "Zıkkım peki!"
Bana arkasını dönerek arabadan inmek için hareketlendiğinde, önüme dönerek saçlarımı diplerimden çekiştirmeye başladım. Birbirimize karşı öfkeli, tutarsız, bilenmiş, kötü ve merhametsizdik. Neden düşüncelerimi değiştirmeye çalıştığını, benimle dalga geçtiğini, benden etkilendiğini söylediğini bilmiyordum. Akıl sağlığımı koruyamıyordum. Onun yanında aklım çıkıyordu, beni savunmasız bir anımda yakalayacak diye. Sürekli bununla kalamazdım. En başından beri onunla ortak olmam belki de doğru değildi. Kendimi, onunla tehdit ediyordum.
Kendinizle savaşmak en kötüsüydü,
Her iki ihtimalde de kaybeden sizdiniz.
Denize döndüm. Sahil kenarı sessiz, tenhaydı. Deniz durgun, martılar sakin, gemiler yavaştı. Denize baktığımda fırtınanın sadece kendi içimde koptuğundan emin oldum. Bende ağaçlar gövdelerinden sökülürken, az ilerideki ağacın yaprağı bile oynamıyordu. Az sakinleştiğimde camı aşağıya indirdim ve aynı sıralarda arabanın kapısı sertçe aralandı. Kendisini şoför koltuğuna attığında, daha sakin kalmak konusunda kendimi telkin ederek saçlarımı kulağımın arkasına verdim. Kucağıma bir torba, torpidonun üzerine bir karton bardak bıraktı. Bileğine ve tekrardan ellerine baktım. "Çay şekersiz," dedi ve ben onun bunu nasıl hatırladığını düşündüm. Üzgünüm Duman, ben senin çayını nasıl içtiğini bilmiyorum. "Poğaçalar da çörek otlu."
Tabi, önceden iki şekerli içerdin...
"Kendine aldın mı?" diye sorduğumda, bunu beklemiyor olsa da, "Hımm," diyerek onayladı. "Aldım."
Torbanın ağzını açarak içine göz attığımda birden fazla poğaça olduğunu görerek bir poğaçaya uzandım ama nasıl yiyeceğimi bilemedim. Midem hâlâ bulanıyordu ama belki de açlıktandı, bilemiyordum. Poğaçayı ağzıma taşıyarak küçük bir lokma aldığımda, o da kendi paketinden bir poğaça aldı ve gerçekten bir poğaçayı tek seferde ağzına atarak yedi. Isırmadan, parçalamadan, bir lokma halinde... Bir an kendimi tutarak gülümser gibi, tuhaf bir homurtu çıkardığımda, Duman'ın lokması boğazında kaldı ve öksürükler eşliğinde konuştu. "Gülümsedin mi?"
Bakışlarımı ondan çekerek çayıma uzandım ve kuruyan ağzımın ıslanması için birkaç yudum aldım. Demli ve acıydı. Poğaçayı güçlükle yutarak bir lokma daha aldım ama kahretsin ki, her şey ağzımda büyüyordu. Zorlukla ve çayımın yardımıyla o lokmayı da yutarak camdan içeriye sızan rüzgârı tenime kabul ettim. Duman üçüncü poğaçasına başlamıştı. "Boğazında kalsın diyeceğim de..."
"Kıyamıyorsun değil mi?"
"Bedduam tutar, biliyorsun."
Bana huysuzca baktı, bu bakışı onda ilk kez gördüm. Biraz çocuksu, tasasız, olgunluktan uzaktı. Bedduam tutuyordu, üstelik bunu deneyimlemişti. Susarak çayını içerken, poğaçalarımı paketin içine koyarak torpidoya bıraktım ve sadece çayımı içtim. Kafamı biraz toparlamış, yapmam gerekenleri sıraya koymuştum. Tamam, bir düş kırıklığı yaşıyordum ama gerçeklere ihtiyacım vardı. "Annenle ba... babamın bir ilişkisi olduğunu söyleyen amcandı değil mi?"
Onun da tadı kaçtı, poğaçasını keseye bıraktı. "Evet, fotoğrafı veren de oydu."
"Arkadaş..." yakamı çekiştirdim. "Arkadaş olabilirler mi?"
"Senden daha fazla şey bilmiyorum, Gül Dikeni."
Bu anı yaşadığıma inanamıyordum. Babamın anneme, ailesine olan ihanetinden mi bahsediyorduk? "Babanın o zamanlar kullandığı telefonu duruyor mu?"
Kaşlarımı çattım. Bu bize yardımcı olabilir miydi? "O geceden sonra birçok şeyini sakladık."
Soğukkanlıydı. "Telefonu karıştır. Eğer ilişkileri varsa telefonda kanıtları vardır, ancak böyle emin olabiliriz."
Bana, bıçağa yürü diyordu. Gerçek, orada, onunla yüzleşmemi bekliyordu ama bu bir ihtimalden gerçeğe dönüştüğünde, duvarları yumruklamadan nasıl dururdum? Annem... Allah'ım onun yüzüne nasıl bakardım? O babama dua eden avuçlarında, babamın açtığı kesiklerle yaşayabilir miydi? Hayır, kendini öldürürdü. Yüzümü sertçe ovaladım. "Tamam, bakarım."
"Ben annemin telefonunda bir şey bulamadım," dedi, ben kendisine sormadan. Ses tonu oldukça soğuk ve hissizdi. "Annem iş çevirmede tecrübelidir, bir şey varsa bile silmiştir ama babanı bilemem. Telefonu iyice karıştır, bir arama, mesaj, fotoğraf... Bul işte Mahşer. Gerçeği öğrenmeden yola devam edemeyiz."
"Bu gerçek, bizi parçalasa bile mi?"
"Ben annem tarafından aldatılmaya alışkınım, parçalanacak olan sensin."
O kadar haklıydı ki, onu azarlayamadım ve kelimelerimi hıçkırığımın üstünde biriktirerek birkaç kez daha kuru kuru öksürdüm. Hay sikeyim ya, dün ıslandığım için üşütmeye mi başlamıştım. Omuzlarımı öne düşürerek boynumu atkının içine sakladım ve çayımdan birkaç ufak yudum aldım. Çayı şekerli içenleri anlamıyordum, şekerli su içiyor gibi olmalılardı. Karton bardağını dudaklarımdan indirirken, "Gerçeği öğrendikten sonra Melih Han'a ne yapacağımızı düşünürüz," dedi ve ekledi. "Eğer baban bu yasak aşkın tarafıysa yine de onu öldürenlerden intikam alacak mısın?"
"Aldatılma cinayetin bahanesi olamaz," dedim tükürür gibi. "Babam anneme bunu yaptıysa, bu annemle onun arasında halledilmesi gereken bir meseleydi. Elbette Melih Han'dan ve ona bunu yaptıranlardan intikam alacağım."
Duman benim cevabımdan çok, kendi kafasındaki bir şeyle ilgilendiğinden olsa gerek, sakal yığınını sıvazlayarak yerinde dikleşti. "Bir saniye? Annem ve baban bu ilişi yüzünden öldürülmüş olabilir mi?"
Durdum. Bu, nasıl olurda hiç aklıma gelmezdi. Eğer ortada böyle iğrenç, yasak bir ilişki varsa bu elbette birden fazla kişiyi rahatsız edebilirdi. Göz göze geldik. "Annem yapmaz," dedim gözlerimi kırpıştırırken. "Bu ilişkiden haberi varsa, baban yapmış olabilir mi?"
Duman'ın gözleri döner gibi oldu. Elini, sıvazlamak için ensesine yerleştirerek kendi tarafındaki camı aşağıya indirdi. İkimiz de buna çok hazırlıksız yakalanmıştık. "Babam annemi severdi," dediğinde sesi, kalabalık duygularının arasından yükseldi. "Fakat annem o kadar çok konuşur ve babam ona öyle bakardı ki, ondan kurtulmak istediğini düşünürdüm."
Çayı dökmemek veya camdan dışarıya fırlatmamak için torpidonun üzerine bıraktım. Ellerimi sıkıca dizlerime bastırırken, kaburgalarımın kalbime dayandığını hissettim. Geçmişe doğru yüzdükçe sular vahşileşiyordu. Tısladım. "Eğer bu işi baban yaptıysa, onu öldürebilecek misin?"
"Ben..."
"Sen öldürmesen bile ben zaten öldürürüm!"
Duman buna bir cevap vermedi ve biz sabahın yedisi olana kadar sustuk. Her şey olabilirdi ve bu düşündüklerimizin hiçbiri de olmayabilirdi. Babasının haberi var mıydı, bilmiyordum ama amcasının olduğuna göre büyük ihtimalle onun da vardı. Çayımı daha içmedim. Oturdum ve sürekli öksürdüm. Duman bir sigara çıkardığında paketine otlandım ve ona, bana alacağı sigaralardan bahsettim. Alacağına söz verdi, sözlerine sadık olmasaydı yıllar sonra bana geri dönmezdi zaten. Sigaralarını biri bittiğinde diğeri yandı ve arabanın içi leş gibi kokmaya başladığında, içtiğim son sigaranın izmaritini fırlatarak yanağımı koltuğa dayadım. Gece boyu uyumadığım için göz kapaklarım aşağıya yuvarlanıyor, onları kaldırmaya çalıştığımda, gözlerimin içi acıyordu. Bir an gözlerimi kapatıp kendime, dinlenmek için izin verirken, maalesef ki uyuyakalacağımdan habersizdim.
Gerçekten uyumamak için çok direndim ama...
Atkı çok güzel kokuyordu.
Gözlerimi, sarsılarak açtığım ilk anda nerede ne yaptığımı kavrayamayarak odak noktamdaki yere, çatısı kırık eve baktım. Bu ev... benimdi. Zihnim, kısa bir durum değerlendirmesinin ardından en sonra nerede, ne yaptığımı hatırladığında koltukta dikilerek bakışlarımı arayışla yanıma düşürdüm. Duman, şoför koltuğunda, kollarını göğsüne bağlamış vaziyette uyuyordu. Evimin önündeydik, buraya, ben uyurken gelmiş olmalıydık. Gözlerimi ovalayarak ona tip tip bakarken, boynunun arkaya doğru düştüğünü ve dudaklarının aralandığını gördüm. Nefesleri sesli ve pürüzlüydü. Son zamanlarda nefesi çok sıkışıyordu, kalbi ona baskı yaptığından olsa gerekti. Camdan içeriye dağılan sabah güneşi saçlarının ve yüzünün bir kısmına dağılmıştı. Sabah güneşi ona merhametli davranıyordu ama ben onun aksine üşüyordum. Bir öksürük boğazımı ikaz ettiğinde, elimi ağzıma örterek sessizce öksürdüm.
"Hadi ben uyuyakaldım, sen neden uyuyorsun ki..."
Söylendim ve bakışlarımı kapalı göz kapaklarından aşağıya yuvarlayarak dudaklarında durdum. Kırmızı, bereli dudakları oldukça dolgundu. Bir an dudaklarımı ileriye uzatarak kendi dudaklarıma baktığımda, ondan daha küçük olduklarını gördüm. Bir daha onun dudaklarına baktım, sahiden de benden şekilli ve büyük dudaklara sahipti. Kendi kendime homurdandım. "Nasıl benden daha güzel olabilir ki ya?"
Parmaklarımla dudaklarımı çekiştirerek gözlerimi adeta şaşı yaptım ve ileriye doğru uzattığım dudaklarımı dikkatle inceledim. Yok, bence benimkiler daha güzeldi. Sinirle dudaklarıma bırakarak çeneme akan salyamı silerken, yaptığım saçmalığa inanamayarak küfür ettim. Arabadan inip eve geçmeli, anneme bakmalıydım. Ameliyatı yeni olmuştu, onu ihmal etmemem gerekiyordu ama yüzüne nasıl bakacağımı hâlâ bilmiyordum. Ona son kez baktım ve bu bakışla vedayı sığdırarak, inmek için bir elimi kapıya uzattım.
Fakat sol elim hâlâ oradaydı,
Ve o beni sol elimden yakalamıştı.
Dışarıya inmek için kapıyı açtığım anda, hissettiğim bu dokunuş vücudumun kaskatı olmasını sağladı. Ona dönmeden, doğrudan dışarıya bakarken bana yaklaştığını hissettim ve buna engel olmak için bir şey yapmadım. Dokunuşu kalıtsal bir hastalık gibi bütün bedenimi rahatsız ederken, saçlarımı sol omzuma yığarak dokunuşundan birkaç zerreyi saçlarıma hatıra bıraktı. Saçlarımı yıkamayı aklıma kazırken, daha dayanılmaz olanı yaparak dudaklarını başımın üstüne yasladı. Sesi, tuzaklarla doluydu. "Bir nefes kadar yakınındayım, olur da bir şeyler ters giderse önce benim kapımı çal."
Öpücüğünü savuşturmak için saçlarımı çekiştirdiğimde, sinsi sinsi gülerek benden uzaklaştı ve yerine yerleştiğinde ona hiç bakmadan kendimi arabadan attım. Yere bastığımda, ona doğru dönerek kapıyı sertçe çarptım. Pis pis gülümsemeye devam etti ama buradan gözlerine baktığımda, aramızdaki uçurumlara rağmen kalp atışının hızını gördüm. Yine orada, gözlerindeydi. Gözlerine baktığımda kalbini görmekten bıkmıştım.
Bana göz kırptığında ona el hareketi çektim.
Fevri bir şekilde ona sırtımı çevirerek hızlı adımlarla bahçe kapısına yürüdüm ve ahşap kapıdan içeriye girdiğimde, çoğu zaman olduğu gibi botlarımın bir kısmı çamura saplandı. Bu bahçe bahar ve kış mevsimlerinde hep çamurlu, bakımsız olurdu. Ağzı bozuk birçok kişinin yaptığı gibi küfürler ederek bahçe boyu yürüyüp sokak kapısı önünde bir süre durdum. Al işte, yine denize düşmeden boğuluyordum. Yakamı çekiştirerek anahtarıma uzandım ve kapıyı açarak yüzümü yerden kaldırmadan içeriye girdim.
Babam adına annemden utanıyordum.
Onun iniltisini duyana kadar buna dayanabileceğimi düşündüm ama bana her defasında çaresizliğimi hatırlatan bu sesi duyduğumda, kapıyı titreyen ellerimle örttüm. Bakmasam da salondaki koltukta oturduğunu anlamıştım. Ayakkabılarımı ve ceketimi çıkararak portmantoya bıraktıktan sonra atkıyı da astım ve badimin kollarını elimin içine çekerek salonun içine doğru yürüdüm. Duvara yaslı duran yeşil kanepeye otururken hâlâ yere bakıyor, gözlerimi ona çeviremiyordum. Ellerimi dizlerimin arasına kıstırarak birkaç kere kuru kuru öksürdüğümde, annemin inlediğini duydum. Neyin var, demek istiyordu.
Sesimi ifadesiz tutmak alıştığım bir şeydi ama bu anda çok fazla zorlanıyordum. "Üşütmüşüm biraz, bir şeyim yok anne."
Onun başka şeyleri soramayışına katlanamayacağımı bildiğimden, "Çisem gitti mi?" Diye sordum, gittiğini bilerek. Ayakkabıları portmantoda değildi. Annemin, parmaklarını kullanarak işaret diliyle bir şeyler dediğini fark ettiğimde hızlıca parmaklarını takip ettim. Şöyle dedi: sınavı varmış, erkenden çıktı.
Bazen onun öğrenci olduğunu unutuyordum, kendi okulumu bitirdiğim için. Anladığıma dair kısıkça mırıldandığımda, kanepede kıpırdandığını hissettim ve dikişlerine zarar verecek olma endişesiyle birlikte ona doğru döndüm. Göz göze geldiğimizde, göğsümdeki taze yaranın hiçbir dikiş tutmadığını fark ettim. Gözleriyle üstüme yürüdüğünde, ruhuma bir fenalık bastığını hissederek, "Tamam," dedim hızlıca. "Sen... bir şeyler yedin mi?"
Hırkasının düğmesini ilikledikten sonra, parmakları bana cevap vermek için hareketlendi. Sağ olsun, geç kalmasına rağmen bana çay yaptı, kahvaltı hazırladı. Sınavından geçmesi için ona dua edeceğim.
"O geçer," dedim kafamı konudan uzaklaştırmaya çalışarak. "Sen, yine de et dua."
Gözlerimi ondan ayırmama fırsat vermeden, yüreği diline düştü ve bana bunu sordu: Dün gece neden yanıma gelmedin? Beni merak etmedin mi?
İnsanlara baktığımda onları görürdüm ama anneme baktığımda hep kendimi görüyordum. Onun sadakati aşkınaydı, benimkisi öfkeye. Yalan söylemek kolaydı, bu yüzden zorlanmadım. "Sadece yorgundum anne, dramatikleşme."
Küs küs baktı. İnsanlar annesiyle daha saygılı konuşmalı.
"Peki anneciğim."
Gözlerimi devirdiğimde bana parmağını salladı ve bu bir an beni gülümsetecek gibi oldu. Yerinde hafifçe doğrularak eliyle yanındaki boşluğa vurduğunda, huysuzlanarak kalktım ve kendimi onun yanına bırakarak başımı dizlerine yasladım. Fakat anında buna pişman olarak kalkmaya yeltendim. "Dikişlerin..."
Beni, başımdan bastırarak dizlerine yasladıktan sonra alelacele bir cevap verdi: Endişe etme, iyi durumdalar.
"İyi, o halde saçlarımı okşa."
Gözlerimi kapadım. Hıçkırık genzimi kazıyordu. Dişlerimi birbirine vurdum. "Anne, hiç babamın sevgisinden şüphe ettin mi?"
Annemle babamı konuşmazdık. Doğrusu, uzun zamandır annemle bir şeyler konuşmazdık. Kaskatı kesildiğini titreyen bacaklarından anlayarak dilimi sertçe ısırdım. Annemin içini kürek kürek kazıyordum. Parmaklarını izledim. Baban, bu sevgiden şüphe duymamı gerektirecek hiçbir şey yapmadı.
Belki yaptı anne, senin haberin yoktur.
Ya öyleyse?
Sıcak bastığında boynumu ferahlatmak için elimi kullandım. "Birini sevdiğinden nasıl emin olabilirsin? Ya da sevildiğinden? Ben asla emin olamazdım."
Parmakları cevap vermek için beklemedi. Kalp tereddüt etmez. Mantığının almadığını kalp alır. Bu nasıl oluyor dersin ama kalbin için bu çok normaldir. Aklın değil, kalbin emin olur.
Aklın almadığını kalp alacaksa asla birini sevemeyecektim demek ki. Kalbimi, yalnızca bir organ gibi taşıyordum; fazlası değil. Annemin eli başımdaydı, Duman'ın izini sildiği için ona minnettar kalmıştım.
Duman... İs gibi, nefes gibi, anlık günah gibi.
Annemin kucağında biraz dinlendikten sonra kendime, acı çekmek için kestiğim vaktin bittiğini hissederek kalktım ve dağınık etrafı toplamaya başladım. Evet, yakamı bu düş kırıklığından da kurtarmıştım. Her şeyle başa çıkabilirdim. Neden çıkamayacaktım ki? Elbette hepsinin üstünden gelebilirdim. Salonu topladıktan sonra elektrikli sobayı salona getirerek fişi prize taktım ve annemin ısınmasını sağladım. Koltuğunda yatıyordu, ağrısı olmadığını söylemişti ama ara ara yüzünü buruşturuyordu.
Ona kızgınca baktım.
Saati geldiğinde ilaçlarını vererek odama çekildim ve Çisem'in dağıttığı etrafı toparlayarak yatağımın üzerine çıktım. Sigara paketimden bir dal alırken, Duman'ın bana sigara almadığını fark ederek ona bunu hatırlatmayı aklıma kazıdım. Sigaramı çakmağınla tutuştururken bu çakmağı nereden bulduğumu hatırlamaya çalıştım, acaba Duman'dan mı çalmıştım?
Öyle piçlikler yapardım.
Sigaram közlenene, yorulana dek onu içtikten sonra midemdeki ağrıyı hissettim ama bu beni sigara yakma konusunda durduramadı. Yeni bir sigara yakarken, telefonumun arka cebimde titrediğini hissederek yatakta yüz üstü döndüm ve telefonu cebimden çıkararak arayana baktım. Hımm, üniversiteden bir arkadaşım, Ali arıyordu. Bu aramayı bekliyordum, yanıtlayarak kulağıma yasladım ve sigarayı dudaklarımdan bırakarak, "Evet," dedim kaba bir şekilde. Ciğerim iç çekişlerle sallanıyordu. "Bir şeyler buldun mu?"
"Sana da selam," dedi Ali, sıcak bir sesle. Yüzümü buruşturduğumda konuşmasına devam etti. "Evet, buldum ama bulduğum şeye çok şaşırdım doğrusu."
Sigaranın külünü silktim. "Dökül."
"Bu abin olacak adamın yurt içine girişi görünmüyor," dediğinde, kafama bir ton ağırlık bırakmış gibi hissettim. "Araştır dedin ama abinin hastaneye girişini bulamadım.”
Dilim dolandı. "Aaa... Tamam.”
"Paramı hesabıma yatırırsın."
Telefonu piçin suratına kapatarak sırtımı soğuk duvarıma dayadım ama dikenlerim, arkama ne kadar yaslandıysam o kadar battı içime. Burun kemerimi sıkarak tüm bunlara bir anlam vermeye çalışırken, avuçlarımdaki telefon bir daha çaldı. "Beni bir salın ama ya!"
Adımın hakkını vererek yangın yerine dönen gözlerimle telefona baktığımda, arayanın Duman olduğunu gördüm. Ya bu herif kafayı mı yemişti? Benden ne istiyordu! Daha saatler önce, konuşmamız gereken her şeyi konuşup ayrılmamış mıydık zaten? Azarlamak, bağırıp çağırmak için telefonu yanıtlayarak kulağıma dayadığımda, gürültülü bir ağlama sesi duyarak irkildim. Bu zamansız ve beklenmedik olmuştu. Ağlama sesi beynimin içinde büyüdü, kalbime vurdu. Ada, telefonun diğer ucunda yana yakıla bağırdı. "Mahşer Abla, abim uyanmıyor!" Abisi uyuyor muydu ki? Bana ne diyordu? Bana ne demek istiyordu? İç çekişlerini, sanki hemen yanımdan duydum. "Uyanmıyor, yüzüne vuruyorum, ismini sayıklıyorum ama tepki vermiyor. Mahşer Abla, Rose evde değil, kimden yardım isteyeceğimi bilemiyorum..." feryadı, nabzımın ritmini hızlandırdı. "Uyanmıyor!"
Ölüm seni uykuyla kandırmış olmalı,
Kalbinin ritmi sandığın şey,
Yaşam için son çırpınış olmalı.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...